7 Şubat 2016 Pazar

Tavla

Emekli olmuş amcaların kahvehanelerdeki eğlencesine benzetmek istiyorum aramızda oluşan bu yeni ritmi.

Tavla.

Üzerine zar atılmaktan müthiş yıpranmış ama hiç kimse onu kaldırıp bir köşeye atmak istemiyor. Bir çift zarın, siyah ve beyaz pulların üzerine düşen görev neyse biz de o kadarız. Hepyek tanışıyoruz; gözlerimin içine ilk bakan sen oluyorsun, ilk kez gülümseyen ise ben ve 1-1! Zara uzanmak isteyince birbirine çarpıyor ellerimiz, usulca çekiyoruz. Ardından dubara geliyor. Küçük oyunlarla, aslında bilerek ama bilmezden gelerek bir kez daha dokunuyor ellerimiz birbirine. Sen üçüncü kez hatta dördüncü kez yapıyorsun bu küçük oyunu: 4-2, kapı alıyorsun ve başını kaldırmadan bakışlarını bana çeviriyorsun. İlkiyle aynı bakış bu. Benim de dudaklarımda aynı gülümseme. Dakikalar da ikişer ikişer geçiyormuş gibi geliyor, yanaklarımın kırmızıya çalan bir renk aldığını söylüyorsun. Zaman kavramını yitiriyorum. Sanki sürekli sen atıyorsun zarları, benim yerime de sen oynuyorsun. Sadece akışı izliyorum müdahale etmeden ya da etmek istemeden. Bir ara pencüse atıp beni kırdığını anımsıyorum.

‘’Benden bu kadar.’’ deyip oyunu terk edesim geliyor.

Ben varım diyerek atılıyorsun çünkü kaybedecek bir şeyin yok. Ki bu gelmiş geçmiş en güzel pazarlık oluyor.

‘’Ben varım, tut elimi.’’

Hep yenik şampiyonu oynadığımı söylüyorum sana. Çünkü kendisine verdiği savaşlarda galip gelen ama başkalarına karşı zaferlerim olmayan ben. Bahsi kapatmalı, yenik şampiyon olmaktan kurtulmalı diyorum. Bu arada hayallerim damlıyor gözümden. Usulca elini elimden çekip kalbimi geri almak istiyorum atacağım büyük zarla. Çocuk gibiyim işte denemekten defalarca denemekten yorulmamışım hiç. Sen tekrar uzatıyorsun elini beraber kalmaya. Gözlerimi kapatıyorum. İlk bakışın açık seçik aklımda canlanıyor tüm ayrıntısıyla.

Tamam diyorum bundan önceki tüm oyunları yok sayıp affedebilirim. Ben de varım bu pazarlığa.

Tut elimi. 

21 Ocak 2016 Perşembe

İzlenmeye Değer Bi'Film

Önümüzdeki yıllarda belki de gezegendeki tek zeki yaşam formu olmayacağız. Son zamanlarda sürekli konuşulan zincirleme iki kelime var: Yapay Zekâ. İnsan zekâsını ve bu zekânın nerede kullanıldığını hala iyi bir şekilde tanımlayamazken zekâyı bir de teknolojiyle birleştirmek bu kavramın anlaşılmasını güçleştiriyor. Şu an bir bilgisayarın veya bilgisayar kontrolündeki bir robotun çeşitli faaliyetleri zeki canlılara benzer şekilde yerine getirme kabiliyeti olarak literatürde yer alan yapay zekâ araştırmasının merkezinde insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmek var. Günümüzde yapay zekâ, programlanmış bir bilgisayarın düşünmesi gibi görünse de gelecekte insan zekâsından bağımsız gelişebilecek bir kavram olarak karşımıza çıkabilir. 

Bu noktada akılları kurcalayan soru ‘’Eğer akıllı makineler yaparsak bizden daha zeki hale geldiklerinde kontrolü ele geçirmezler mi?’’ oluyor. İngiliz astrofizikçi Stephen Hawking’in yanıtı şu:  ‘’Yapay zekâ insanlığın en büyük keşfi olabilir. Bu keşfin neden olacağı risklere karşı önlem almazsak ise son keşif olabilir.’’


Ben sizlere yapay zekânın fikir babası Alan Turing’in hayatını konu alan The Imitation Game isimli filmden bahsetmek istiyorum.

                                             

İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen film, kriptolog olan Alan Turing’in Alman şifrelerinin kırılmasında oynadığı büyük rol üzerine yoğunlaşmış. Başta  Almanların kırılamaz denilen Enigma kodunu kırmak amacıyla Bombe adını verdiği makineyi yaratmak için komutanlarla girdiği mücadele ve ekip arkadaşlarıyla yaşadığı çatışmalara odaklanılıp sonrasında Turing’e inanmayan komutanların makinenin çalıştığını görmesiyle durumun boyut değiştirdiği gösterilmiş. Filmde Alan Turing, ‘’Bazen kimsenin hayal edemediği şeyleri, hayal edip yapabilen insanlar vardır.’’ kategorisinde olan biri. 



Turing’in çocukluğuna, eşcinselliğine ve savaş sonrası İngiliz hükümeti tarafından kimyasal yollarla hadım edilmesine de değiniliyor. Yoğun olarak flashback kullanılmış. İkinci Dünya Savaşı bölümüne flasback yapmak için Turing’in sorgu odasında dedektife hikayesini anlatmasıyla yapay zeka konusunda bize göz kırpılıyor aslında. ‘’Makineler düşünebilir mi?’’ sorusuyla başlayan diyalog Turing’in şu cümleleriyle devam ediyor:  ‘’Elbette makineler de insanlar gibi düşünebilirler. Makine insandan farklıdır. Dolayısıyla farklı düşünürler. İlginç soru şu ki, bir şey yalnızca sizden farklı düşündüğü için bu düşünmediği anlamına mı gelir?..'' Diyaloğun akıbeti dedektifin  ‘’Peki yazdığınız büyük makale bu mu?’’ diye sormasıyla devam ediyor.

Evet, ‘’Bilgisayar Mekanizması ve Zeka’’ isimli makalenin kendisidir filmde bahsi geçen. Bir makinenin düşündüğünü saptamak amacıyla bir deney tasarlayan Turing'in bu testi günümüze kadar gelmiştir.

Problem çözmeyi seven ve dünyadaki en zor problem olan Enigma’yı çözen bu adam tarihçilere göre II. Dünya Savaşı’nı iki yıldan fazla kısaltarak 14 milyon hayatı kurtarmıştır. Bunun yanında Turing’in çalışmaları bilim adamlarının ‘’Turing Makineleri’’ diye adlandırdığı araştırmaya ilham kaynağı olmuştur. İşte biz o makinelere bilgisayar diyoruz bugün. Bu yazıyı okuduğunuz akıllı olan her şeyin temelini atan adam The Imitation Game filminde izlenmeye değer bence.








 

12 Aralık 2015 Cumartesi

Mor Dağların Sahibi Keşifte


Keşfetmek gerek farklılıkları. Herkes aynı havayı soluyorken, herkes üşüyüp yine aynı güneşle ısınıyorken tuttuğun eli daha da sıkman gerek. Evet, şimdi gidip aşık olmalı.
Kendini şemsiye gibi hissetmelisin: Sırılsıklam. Bu yormamalı seni, betondan meydana gelmiş ruhunu eritmeli sadece. Öyle çok ıslanmalısın ki aşktan, tuttuğun elle aynı damarda akmalı kanın. Rengarenk yağmurlara inanmalısınız birlikte. Telaşla ilerleyen zamana inat sen her şeyi adım adım, sindire sindire, taşları yerli yerine koyarak yaşamalısın onunla.

Ateşten bir yuvanız olmalı. Dans etmelisiniz orda, ne kadar süreceğini düşünmeden, tutkuyla. Partneriniz çok salaş olabilir, çok inanılmaz, çok hayalci belki de çok bencil... Burçlarınız mesela. Birbiriniz için var olduğunuzu söyleyebilir, arada kalabilir veya uyumsuzluk konusunda yüzde yüze vurabilir. Olsun, sen uyumsuzluğun uyumunu yakala onunla ve kendini o kollarda kaybet. Çok uzağa da ayrılma öptüğünde geri dönmek zor olabilir.

Hayatını tablo gibi görmelisin. Tablona bir türlü yerleştiremediğin birini edinmelisin kendine. Ne gökyüzüne, ne su damlasına, ne yaprağa ne de toprağa… Hiçbir yere koyamadığın, hiçbir yere sığmayan biri olmalı, sana özel. Onu tanımlamakta güçlük çekmelisin, tanımın bir şifresi bir formülü olmamalı. Tıpkı bir Dostoyevski kahramanı gibi, tanımsız. Yere göğe sığmayan bu özel varlığa sıkıca sarılmalısın. Onu değiştirmek için uğraşmadan farklılıklarınızın arasına sızıp bütün olmalısın. Onu ölümsüz kılmalısın. İnsan istemedikten sonra hiç ölmez. Öldüğünde kendini yitirip, diğerlerine katılırsın. Oysa kendinde kalmak sonsuzluğu yakalayıp, özel olmaktır. O varlıkta sana özel olsun istemiyor musun? O zaman ölümsüzleştir onu.

Hadi! Koy tüm tebeşirleri önüne ve bir adımınla parçala onları. Arkalarında bıraktıkları rengarenk izlere bak. Fırçanda hep olmasını istediğin rengi benimse. Beyazı, sarısı, yeşili, pembesi, turuncusu, mavisi… Hepsi ayrı ayrı ve farklı değil mi? Bir renk cümbüşü hayat, keşfetmek gerek farklılıkları.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir Şehir Romantiğinden

Şehirler var, küçük şehirler. Bu küçük şehirler içlerinde şehir romantiklerini barındırır. Edirne mesela küçük bir şehir. Ben ise şehir romantiği.

Yaklaşık bir aydır uzaktım doğup büyüdüğüm, döndüğüm her köşesini ve adımladığım her sokağını ezbere bildiğim bu şehirden. Cumhuriyetimizin 92. yaşını kutladığımız 29 Ekim gelince ve ''Hisseli İktidar Kumpanyası: Koalisyon Tiyatrosu'' son perdesini oynayıp kasımda tekrar seçime gidince ben de sırt çantamı kapıp Edirne'ye geldim! İyi ki geldim ama yarın İstanbul'a geri dönüyorum. Bu satırları size Karaağaç'ta bulunan şirin kafelerden birine oturmuş, kahve severliğini konuşturan biri olarak yazıyorum.

İstanbul'dan ayrılırken ''İşte gidiyorsun!'' dedi içimdeki seslerden biri. ''Evet'' dedim. Gezginlerin söylediği gibi gitmek en güzel eylemlerden biri değil miydi? Ardışık sayma sayılarıyla sıralanmış koltukların bir numaralısında oturuyordum ve bu beni şanslı hissettiriyordu. Elimde kahvem, geceleri mücevher kutusuna benzeyen şehrimi terk ediyordum. Hava kararmak üzereyken ayrılıyorduk şehirden. Virajı alırken güneşin turunculuğunu yayarak kaybolduğunu gördüm. Birkaç saat sonra manzaram yollar oldu ve yolların yanı sıra uzayıp giden ağaçlar. Fiziğin kanunundan dolayı olur bu. Kökleriyle toprağa tutunmuş ağaçlar hareket ediyormuş gibi görünür size. Hatta formüllerle hesaplanır. Neyse. Bir yandan da melodiler yükseliyordu kulağımdan. ''Senin şehrini tekrar terk ediyorum sevgilim.'' diye eşlik ediyordum şarkıya. Şarkı değişiyor, gözlerimi aralıyordum. Karanlığın içinde ilerliyorduk. Yanan ışıkları seyrediyordum. Kimileri bir nokta kadar uzak, hepsinin rengi sarı. Gözlerimi kısarak görünümlerini değiştiriyordum. Kendimce oyunlar oynuyordum onlarla.

Edirne Otogarı'na adım atar atmaz yüzüme sanki iğne ucu değiyormuş hissi veren bir soğuk karşıladı beni. Balkanlardan mı geliyor bilmiyorum ama Edirne karasallığını döktürmüştü yine. Ne de olsa ekimin sonu gelmişti, haklıydı. Annemle babamı görür görmez kocaman sarıldım onlara. Eve geldiğimde yıllardır aklımda dönen senaryonun baş kahramanı olmuştum. İşte o senaryodan tanıdık bir replik: ''Anne yemeklerini özlemişsindir!''

-''HEM DE NE ÖZLEMEK!''

Söylemesi ayıp (değil) ilk akşam midemi şenlendiren şey mantı olmuştu. Bu bizim evde ritüel sanırım. Şöyle açıklayayım aile üyelerinden biri -annem hariç- ne zaman evden uzak kalsa döndüğü ilk akşam yemeğinde mantı yapılır. Annem hariç diyorum çünkü mutfakta harikalar yaratan kutsal el onunki. Abim şehir dışında yaşamaya başladığında aylık periyotlarda Edirne'ye gelirdi ve ben hep şöyle derdim ''Abimin ilk gece evde olmasının anlamı: Bu gece mantı var!''

Eve adım attığım ilk an ''ev'' kavramını yadırgadığımı anımsıyorum bir de. Bir binaya giriyorsun her katta kendi içine açılan bir kapı var, ilginç. O kapının ardında da yine kendi içlerine açılan birçok kapı var, açıldığı yerin adına ''oda'' deniyor (bak bu oda kelimesi tanıdık). Halı falan var böyle yerde üstüne basıyorsun, ilginç. Şaka bir yana kendimi yurt yaşantısına öyle adapte etmişim ki evin sıcaklığı beni sımsıkı kucaklayıp sarstı. Yurt yaşadığım deneyimleri de çok seviyorum aslında ben!

29 Ekim günü liseden arkadaşımla kahvaltı için sözleştik. Şimdi size küçük şehirlerde yaşamanın en güzel avantajını fısıldıyorum: gideceğiniz yerlere yürüyerek kolayca ulaşabilirsiniz. Hele yanınızda size eşlik eden kulaklığınız ve dinlenmek için birikmiş birçok şarkınız varsa tadından yenmez. Evden Ayşekadın'a doğru yürüdüm ve kutlamaların yapıldığı caddeye çıktım. ''Tanıdık Yüzleri Görme Günü'' resmen başlamıştı. İlk olarak tören alanında dershaneden öğretmenim olan Yusuf hocayla karşılaştık. Ağzımdan başlayıp kulaklarıma varan koca bir gülümseme gönderdim ona ve kendimi caddeye atıp yanına koştum. Onun yanından ayrılınca eski okulumun orda Alaaddin Bey'le karşılaşıp sohbet ettik, hala değişik esprileri devam ediyor ve hala gülebiliyorsun onlara. Kahvaltı için Limon'u seçmiştik. Kalkerken pamuklara sarıp sol üst cebimde taşıdığım Abdullah Gülgün'ü gördük ve masasına davet edilip sohbetler ettik. Mezun olunca öğretmenlerinle bir araya gelmek ayrı bir keyif doğrusu, öğrenci kimliğinden sıyrılıp güzel anlar kaydedebiliyorsun. Limon'dan sonra Orta Kahve'ye geçtik ve mekanın adına yakışır kahvemizi içtik, bol köpüklü. Eve dönerken yürünmekten müthiş aşınmış o cadde de isimlerini yazsam da tanımayacağınız birçok kişiye selam verdim. Şimdi bu postu yurttaki odamdan paylaşıyorum. ''İstanbul'da yaşamayın, İstanbul'u yaşayın!'' mottosunu gerçekleştirdiğim ve kendimi hem İstanbul'da hem değil olarak hissettiğim, kampüsüne aşık olduğum Özyeğin'den.

Sadece küçük yerde büyümüş insanların sahip olduğu güzel özellikler vardır, sevin o sıcak insanları.
















23 Ekim 2015 Cuma

Zamanla Yeni Biri

Zaman yan etkisi en az olan bir ilaç, en etkili tedavi yöntemi. Zaman kalbimize hükmediyor. Kalbimizi iyileştirip, aşkımızı bir köşeye saklıyor. Nil haklı, en güzel denklem aşık olduğumuz erkeğin DNA denklemi. Genlerinde saklı şifreler kalp atışlarımızı hızlandıran. O atışlar yavaşlıyor, durma noktasına ulaşıyor ve zaman devreye giriyor. Anlıyorsunuz ki uğraşa didine kurduğunuz düzeni yine bozuyor aşk. Bir yıldız kayıyor biri yolun sonuna geliyor. Kimi kilometrelerce yürümüş oluyor kiminin yolu santimetreden ibaret. Aşkı yaşayanımızda var uzak kalanımızda. Peki kim ışıtıyor yüreğimizi bir kristal gibi? O kristalin kırılma ihtimalinden yerimizden kıpırdayamadığımız zamanlar oluyor. Siz kıpırdamasanız bile kristal kendi kendini yuvarlıyor bazen bir şekilde kırılıyor. Sonra yeni biri devreye giriyor. Sonuna kadar savaşıp, tüm değerleri verebileceğiniz biri. Hayalleriniz olsun istiyorsunuz bir de izleyebileceğiniz bir manzara. Çok istiyorsunuz birini. Umarım olur.

Zamanla.

8 Eylül 2015 Salı

Rönesans

 
İşaretlediğim şıklarla sınandığım sınav sisteminin beni ihtiyaçlarımdan uzaklaştırmasına izin vermedim. Resim yapmak, müzikle uğraşmak, yazmak tıpkı yemek, içmek, uyumak gibi bir ihtiyaçtı benim için. Dostoyevski’ye göre her şeyi fazlasıyla anlamak bana göreyse sanatla uğraşıyor olmak bir hastalıktı. Ve bazı hastalıkların hiç iyileşmemesi gerekirdi. Bu yüzden sisteme entegre olmaktan kaçtım hep. Ben çoktan seçmeli sistemin öğrencisi değildim, üniversitede başlayacaktı Rönesans dönemim.


Henüz ilköğretim dördüncü sınıftayken tayini Bursa’ya çıkan öğretmenim için bir yazı yazmıştım. 24 Kasım Öğretmenler Günü adına ilde düzenlenen ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin katıldığı yarışmaya yazımı gönderdik. Kompozisyon dalında il üçüncüsü oldum. Aynı yıl 23 Nisan konulu şiir yarışmasında ise il birincisi. Bu başarılar o yaşta beni yüreklendiren, yazmaya daha çok yaklaştıran öğeler oldu hayatımda. Onların peşini daha 12 yaşımdayken ‘’Bir Dilek Tut’’ adında şiirlerimi topladığım kitap izledi. Ailemin hediyesiydi, yazmaya tutkun olacak kızlarını desteklemek istemişlerdi.

Geçen her yıldan birer yaş alırken sözcüklerle konuşmanın mümkün olmadığı zamanlar sezinledim. İşte o zamanlarda yazmanın heyecan verici tılsımını keşfettim. Liseye gelince de kalemi elimden bırakmadım. Okulda çıkarılan ‘’Taşbahçe’’dergisinin yayın kurulunda yer aldım. Burada yazılarım ve şiirlerim yayınlandı. 16 Mart Öğretmen Okullarının Kuruluş Yıldönümü Etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen yarışmada ‘’Lambadaki Cinin Verdiği Son Dilek Hakkı’’ ile birinci oldum. Mustafa Kemal’i Anlamak konulu eser yarışmasına gönderdiğim mektup ödül töreninde katılımcılara okundu. Üretmeye ‘’genç bedeninde yaşlı ruhlar barındırdığına inanılan büyümüşte küçülmüş bir blogger’’ olarak devam ediyorum.




Yazmanın yanında uzun yıllar resimle ilgilendim. Yağlı boya tekniği üzerine kurslara gittim. Karakalem tekniğiyle çizimler yapıyorum. İki yıl boyunca halk oyunlarıyla uğraştım. Müziğe olan ilgimin başlamasıyla gitar kursuna gittim.

Edirne Valiliği’nin düzenlediği  1. Meriç Hikaye Günleri kapsamında Sait Faik Hikaye Atölyesi’ne katıldım. Üç gün boyunca birçok yazarla söyleşiler yaptık. Murat Gülsoy’dan yaratıcı yazarlık üzerine dersler aldık. Lise ve üniversite kuşağındaki gençlerin 40 sanatçı ile buluştuğu, 8 ay süren Akademi Edirne’nin Edebiyat Atölyesi’nde sanat eğitimi gördüm. Bir sonraki yıl ikincisi düzenlenen Akademi Edirne 2 için okulumuza gelen komisyon tarafından bu kez Sinema Atölyesi’ne seçildim ve koordinatör yardımcısı olarak görev yaptım. Sinema Atölyesi’nde Pelin Esmer, Derviş Zaim gibi yönetmenlerle bir arada bulundum.






Burada tanıştığım arkadaşlarımla kısa film çekme fikri oluştu aklımızda. Filmin senaryo ekibinde yer aldım ve sanat yönetmenliğini üstlendim. Bana asla unutamayacağım anlar yaşatan, yepyeni şeyler katan filmimizi Bahçeşehir Üniversitesi’nin yaptığı KısaKes 4. Lisevizyon Film Yarışması’na gönderdik. Başvuran 50 film arasından 30 finalist seçildi. 30 finalistin içinden sadece 6 filme ödül verildi ve bunlardan biri Düş’ünce’nindi. Düş’ünce film ekibi olarak Bahçeşehir Üniversite’nin Beşiktaş Kampüsü’nde düzenlenen ödül törenine katıldık. Burada Metin Altıoklar, Onur Ünlü gibi isimleri tanıyıp fikirlerini bizzat dinleme şansını yakaladım.

Furkan Kızılay ve Düş'ünce Film Ekibi 
2014’te ilk defa düzenlenen Özyeğin Üniversitesinin ev sahipliğini yaptığı İİBF Kampı’na başvurdum. Başvuru formunun sonundaki ‘’Bir tuğladan ne yapılabilir?’’ sorusuna en yaratıcı cevabı veren 18 kişi olarak kampta buluştuk. Ümit Özlale, Bige Saatçioğlu ve Mehmet Genç  strateji, pazarlama ve ekonomi alanlarında teorik eğitimler verdi. Eğitimlerden sonra üçerli gruplara ayrıldık. Grubumla ‘’Kadınların İşgücüne Katılım Oranı’’ hakkında çalıştık ve kampın son günü öğretim üyelerinin oluşturduğu komisyona sunum yaptık.  2014 yazında Koç24’e katıldım. Burada dolu dolu geçirdiğim bir günü sanırım Big Sur adlı eserinde en güzel Keruoac özetlemiş: ‘’En güzel günüm kim olduğumu, nerede olduğumu ya da saatin kaç olduğunu tamamen unuttuğum zamandı.’’


Hayatımda attığım her adım beni bugün olmaktan memnun olduğum noktaya getirdi. Hangi noktada mıyım?
Bana hayatımın girişimini yapacağımı söyleyen Özyeğin’de.
Evet, sistem öğrencisi olmaktan çıktım ve Rönesans dönemimin kurdelesini kesmiş bulunuyorum. Öğrencisine oldukça değer veren bir üniversitede ÖzÜ Burs Programı’nın ilk öğrencilerinden olmanın gururunu yaşıyorum. Üniversite hazırlık yılım boyunca hele YGS sonucumdan sonra ağzımdan düşmeyen cümleler şunlardı : ‘’İşaretlediğim şıklarla beni sınıyorsunuz. Peki diğer yönlerim? Karakterim, hobilerim, sosyal faaliyetlerim, yeteneklerim… Bunları hiç mi önemi yok hayatımı inşa edeceğim yere giderken?’’ Kim bilir belki benim gibi birçok hazırlık öğrencisinin yakındığı bir durumdu bu ve yetkililerle telepatik olarak anlaştık bence. Ve çok güzel bir anda böyle bir program yapıldı. Kampüse davet edilip mülakatlara girdiğimde bana ‘’Bize kendini anlat.’’ dediler. Tam o an çözemediğim matematik sorularını, ezberleyemediğim formülleri, sınav stresini hatta ÖSYM’nin kendisini alt etmiştim. Kabul edildiğimi öğrendiğim an ise fuarların müdavimi olan, interrail hayalleri kuran, uykusuzluğa, yorgunluğa hatta sınavlardan düşük not alma durumuna karşı hafta sonları festivallere kaçmak için can atan kendime göz kırptığım andı.

Bize empoze edilenin ötesinde kendimizi bulmazsak istemediğimiz hayat yaşarız. Bize sunulanın dışında daha fazlasını istemeli yeni donanımlar kazanmalıyız. Kendi inandığımız şeyin peşinden gitmemiz  gerek. Giderken de yanımızda birçok şeyi sürüklemeliyiz.

Ben şu an genç bir nehirim. Daha derine aşındırma yapmalıyım, biriktireceğim çok alüvyon var!  

Cümle Sakarı ÖzÜ'den bildirdi

Düş'ünce'yi buradan izleyebilirsiniz:



                                              








 




 

 

 

 

 


 

 

 

1 Ocak 2015 Perşembe

Güzel Şeyler Kutusu


Biz insanlar aslında öyle garip yaratıklarız ki yaptıklarımızın, yarattıklarımızın, hayal gücümüzün bir sınırı yok. İyi ki yok çünkü bu limitsizlik bizi özel kılıyor. Nasıl mı? Zaman kavramı örneğin. Bizler önce zamanı yarattık, sonra baktık ki bir şeyler tekrar ediyor, gidip gelmelerle bir şeyler başa dönüyor. Geçen zamanı ölçmek için hareketleri düzenli olan ve kolaylıkla gözlemlenebilen iki yıldızdan yararlandık: biri Ay diğeri Güneş. Zamanı böldük, adına takvim dedik. Bir biri ardına sıralanmış saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri oluşturdu. Günler bir araya toplandı haftalar oluştu, haftalar da ayları doğurdu tabi haliyle. İşte oluşturduğumuz bu periyot 365 gün 6 saat aralıklarla tekrar ediyor. Bu tekrarı anlamlı kılıp her başlangıçta farklı şeyler yaratan ise sensin, benim, biziz.
‘’Zamanı yarattığımız yetmezmiş gibi onu bir de böldük ya biz, işte bu yüzden yeniden başlıyor gibi yapıyoruz şimdi. Kendimize şeker veren çocuklar gibiyiz.’’ diyen Martı’nın sözünden hareketle hayatıma renk katan bir etkinlikten bahsedicem şimdi sizlere: Güzel Şeyler Kutusu!

Nedir bu kutu? Öncelikle yılın başında edindiğin bu kutu ile başlıyorsun günlerini karşılamaya. Yıl boyunca yaşadığın en güzel hatıraları, en mutlu olduğun anları, unutamadığın ve unutamayacağın, ağzında fındık ezmesi gibi tat bırakan zamanlarını küçük kağıtlara kısaca yazıp kutuya atıyorsun. Elbette altına tarih atarak! Bu güzel şeyler birikiyor ve yılın son günlerine yakın dostlarla bir araya gelip ‘’Kutu Açma Gecesi’’ yapıyorsun. Bu gecede ‘’Güzel Şeyler Kutusu’’ olanlar kutuları ortaya koyuyor ve kutudan çekilen kağıtlar okunmaya başlıyor. Açılan her kağıdın ardından yaşanmış, bitmiş o an tekrar masaya yatırılıyor, bir nevi hayat buluyor.  

Kutumdan çıkan her kağıt yüksek sesle okunduğunda sanki yeniden yaşıyormuş gibi hissettim. Kısaca yazmış olmama rağmen tüm ayrıntıları hatırladım, gülümsedim, mutlu oldum. Mutlu oldum çünkü o kısacık notum olmasa o gün, o an, o hatıra unutulacaktı. Gecenin sonunda edindiğim küçük ajandama kağıtları yapıştırdım günü gününe. Bir yılımı nasıl geçirmişim diye baktım, başka neler sığdırabilirdim diye sordum. Yeni planları yeni hayalleri de düşünmeyi ihmal etmedim.


Bugün 1 Ocak 2015. Genelde yılın ilk günü kayıp geçer, insanlar gecenin yorgunluğunu atmak için uğraşır. Ben bugün ''Güzel Şeyler Kutusu'' postunu hazırladım yani bugünü kendimce özel kıldım ve kendimi son derece mutlu hissediyorum. Bu anı da yazıp kutuya atma hakkına sahibim. Özetle kutu sizin kutunuz, sizin keyfiniz, sizin mutluluğunuz. Size iyi gelen küçük şeyleri de yazabilirsiniz. Mina Urgan Bir Dinazorun Gezileri'nde şöyle der: ''Küçük mutluluklar, ağır hastalıklarda tüm antibiyotiklerden daha etkili bir ihtiyaçtır.''
Gülüşünüz ağzınızdan başlayıp kulaklarınız da son bulsun, dileklerinizin peşinizi bırakmadığı bir 2015 olsun!